AB ve biz

 

Geçenlerde, yazılarını saygı ile okumakta olduğum bir köşe yazarı, ‘Gazeteciler politikacılar gibi halk yağcısıdır. Olmaya da mecburdur. Çünki geçimi bu yüzdendir. Gazeteci veya daha geniş deyişiyle yazar, kendi okuru olan müşteriye, onların istediğini yazan kişidir.’ diye çok iddalı bir görüşte bulundu. Bu fikre birçok başka yazar gibi ben de katılmıyorum ve ciddiyetle karşı çıkıyorum. Benim anlayışımla, halkın yazardan beklediği, ya olayları nakletmesi, veya kendi bilgi ve fikirlerini, umumun kalkınmasına yardım için, ortaya koymasıdır, konuları aydınlatmasıdır

Yağcılık dalkavuklara, verdiğine karşılık bekleyen bencillere has, çok kötü bir tutumdur. Bu alçaklığı halk üzerinde etkisi olabilecek bir yazara yakıştıramıyorum. Yazar bitaraf olmalıdır, ve bir politikacı olmamalıdır. Ancak tarafsızlıkla yazılan hakikatler topluma faydalı olabilir. Müşterinin istediğini yazan kişi ise, sadece satın alınmış bir alettir, çok zaman bir yalancıdır.

Politikacıların dilinde ise herzaman hakikatlerin, gerek parti politikasına, gerek şahsi çıkarlarına göre, çarpıltılarak yansıtıldığını izlemekteyiz. Medeni toplumlarda halk bu çarpıtmaları sandık başında değerlendirmesini bildiğinden, sonunda, genellikle, kaybeden halk değildir. Yurdumuzda ise kürsüye çıkan atabildiği kadar atıyor ve maalesef, oyveren seviyesine orantılı olarak, bütün memleket bu kepazelikten zarar görerek yaşamaya mahkum oluyor.

Son zamanların en önemli konularından biri olan AB ye kabul edilmemiz tartışması, bunun en iyi örneklerinden birisidir. Birçokları tarafından halkımız aldatılmaktadır. Bilinçli olarak veya hayal peşinde olduklarından, sanki AB ye girince bütün problemlerimiz hal olacak, ve sanki bizi almaya mecburmuşlar gibi bir hava yaratılmaktadır. AB ye alınsak bile, bunun en olumlu şartlarda 2010-12 yılına kadar gerçekleşmeyeceği, konuşulmayan bir hakikattir. O takdirde bu, biz daha sekiz-on yıl istemediğimiz bir şekilde sürünmeye mecburuz anlamına mı gelmektedir?

AB yeni bir toplumdur, henüz azaları olan ülkeler bile bu topluluğun nekadar iyi çalışacağından emin değildirler, çözülememiş birçok sorunlar vardır ve hergün yeni zorluklar doğmaktadır. Bu topluluğa katılmaya en büyük nimet olarak bakılması, bugün için bir varsayımdır. Böyle bir topluma, aynen katılma arzusunda bulunulacak bir ortaklığa girileceğinde yapılması gerektiği gibi, nasıl olursa olsun değil, çok iyi şartlarda girmek gereklidir.

Bunun tam tersine biz girmek için yalvarıyoruz, bütün tavizlere rıza gösteriyoruz, egemenliğimize karışılmasına kadar herşeye razı olmak riskini sergiliyoruz, milli gururumuzu ayaklar altına seriyoruz. Sonunun ne olacağını kimsenin bilmediği bir ortaklık için herşeyi göze almamız bizim zafiyetimizden, bilgisizliğimizden, hemde kendimizi olduğumuzdan başka görmeye çalışmamızdan kaynaklanmaktadır. Tabiatiyle girmeyelim demiyorum, girelim, amma girmeyi şeref ve asaletle, en iyi şartlarla, yapmamız gerekir.

Hakikat bizim AB ye giremeye hazır olmadığımızdır. Bizim bunun bilincinde olarak, sadece AB ye girmek için değil, kendimiz için eksikliklerimizi, yalınışlıklarımızı, ekonomimizi, ahlakımızı, düzeltmemiz gerekir. Bu eksiklilkleri bile bile, bizi almıyorlar diye kızmak, sızlanmak, palavralar sıkmak, sadece bizim daha nekadar gerilerde dolaştığımızın göstergesidir. Yapılacak şey kendimiz için, kendimizi düzeltmektir, başkasından tokat yediğimiz için değil.

Bu çekişki içerisinde Türkiye önünde hazır bekleyen devasa bir pazara, doğudaki komşularımıza, gerektiği kadar önem vermeyerek, inanılmaz boyutlarda ekonomik faydaları kaçırmakta ve büyük bir Milletler topluluğunun lideri olma fırsatını da heba etmektedir.

Önder batı devletleri, bütün zenginliklerine rağmen, bu ülkelerde nufuz ve iştiraklerini hergün biraz daha arttırıp, pazarlarını genişleterek, gelecek için yatırımlarını yaparken, biz bu konuyu ikinci plana atmakta, zorlukları yenemediğimizden, işi iğreti olarak tutmaktayız.

Adayları sorgulanan, bankalarını hortumlayan, mahkemeleri dahil her kolda rüşvetsiz iş yürümeyen, yollarına yapamayan, suyunu temin edemeyen, hastalarına bakamayan, yasalara karşı gelenlerin göğüslerini kabartarak dolaştığı, hatta başvekil olmaya çalıştığı bir ülke, bizimle işbirliği yapmak için başvursaydı, acaba biz ne yapardık? Ne düşünürdük?

Eski bir laf vardır ‘kişi kusurun bilmek kadar kudret olamaz’ denir. Aklımızı başımıza alalım vakit geçmeden kendi evimizi intizama sokalım. Bunu yapabilirsek arkası zaten kendiliğinden olagelecektir. Milli haysiyet birkere kayboldumu onu geri almak için tekrar bir Atatürk gerekir. Böyle bir mucize de her asırda gelmez.

About The Author

0 Comments