NATO’nun teröre yaklaşımı

Remove the row

Column: 1

 

NATO’NUN TERÖRE YAKLAŞIMI

“Sevgili okurlarım bu haftaki yazımı erteleyerek size değerli yazarımız Faik Kurtaran’ın bir yazısını aynen nakledeceğim. Faik Bey çok değerli görüşleri ile yazılarında ülkemizin ana sorunlarını halkımızın dikkatine getirerek yapılması gerekenlerin gözden kaçmaması gereken öğelerini açıklar. Bu yazısında da konunun hiç önem verilmeyerek geçiştirilmiş olan yüzünü irdelemektedir. Bana yazısını sizlere iletmem için onay verdiğinden ötürü kendisine teşekkür ederim”.

 

NATO’NUN TERÖRE YAKLAŞIMI

Bilindiği üzere Rusya’nın Ukrayna’ya saldırmasından sonra tarafsız konumda olan Finlandiya ve İsveç kendilerini güvende hissetmedikleri için NATO şemsiyesi altına girmeye karar verdiler. Tam da bu süreçte Türkiye’nin rezervleri ortaya çıktı. Buna göre İsveç ve Finlandiya ülkelerinde teröre destek veriyorlardı, dahası İsveç terörist gruplara para ve silah yardımında bulunarak Türkiye’nin aradığı teröristleri ülkesinde koruma altında tutuyordu. Tüm bunların yanı sıra İsveç Türkiye’ye silah ambargosu da uyguluyordu. Bu ülkelerin NATO üyeliğine kabul edilme şartı ancak mevcut rezervlerin kaldırılmasına bağlıydı.

İki ayı bulmayan bir sürede Türkiye, rezervleri kabul etmiş ve gerekli önlemleri almaya söz vermiş görünen bu ülkelerin NATO’ya girmeleri için davet edilmelerini kabul etti. Bahse konu ülkeler, bu davetin karşılığında Türkiye’ye pek de resmi geçerliliği olmayan bir memorandum vererek konunun ilk aşamasını halletmişlerdi.

Türkiye cumhurbaşkanına göre eğer Türkiye’ye verilen sözler gerçekleştirilmezse bu ülkelerin NATO’ya kabul edilebilmeleri için TBMM’de yapılacak oylama sırasında Türkiye de tavrını belirleyebilecekti.

Kısaca özetlediğimiz bu gelişmelere biz, “teröre farklı yaklaşımlar” sorunsalı üzerinden yaklaşmak istiyoruz. Soru şu: Türkiye’nin terörist olarak gördüğü gruplar neden NATO ve Avrupa ülkeleri tarafından terörist kabul edilmiyor?

Bu sorunun cevabını Wilson Prensipleri üzerinden okumamız gerekiyor.

  1. Dünya savaşı büyük yıkımlar ve insan kayıplarıyla sonuçlanınca dünyanın egemen güçleri ABD Başkanı Wilson eliyle 1918 yılında 14 maddeden oluşan bir ilkeler manzumesi ortaya koydular. ABD senatosu 14 ilkeyi tartışa dursun, Başkan Wilson Avrupa’ya giderek Paris Anlaşması katılımcısı devletlere bu ilkeleri önerdi. İlkelerin varmak istediği üç ana hedef mevcuttu. Bunlar; açık diplomasi, serbest ticaret, sınırların milliyetler esasına göre belirlenmesi ve sömürge ülkelerine siyasal yönetim haklarının iade edilmesi (self-determinasyon)’du. Self Determinasyondan esas kasıt; öncelikle sömürge ülkelerin kendi yönetimlerini belirleyebilmeleri ve imparatorluklar içerisinde bulunan ulusların da kendi yönetimlerine sahip olabilmeleri olarak görülmekteydi. Bu ilkeler her ne kadar sömürgeci Avrupa’nın işine gelmiyor ve sömürgelere kendi yönetimlerini oluşturma hakkı vermek istemiyorsa da küresel sermayenin o devirde önde gelen sosyal demokrat (Fabian Cemiyeti) ve ırkçı (Milner Grup) gibi grupların baskılarıyla bu 14 ilkeyi tüzük haline getiren Milletler Cemiyeti kuruldu. [1]

Milletler Cemiyeti’nin tüzüğünü oluşturan 14 ilkenin 12. Maddesi Osmanlı Devleti ile alakalıydı. Bu maddeye göre; Türklerin oturdukları, çoğunluk sağladıkları bölgelerin bağımsızlığının sağlanması, Türk egemenliği altında bulunan diğer unsurlara da özerk bir gelişme için yeterli bir fırsatın sağlanması’ ilkesi Türklere bir milli devlet kurma hakkını tanıması anlamına geliyordu. Ermeni ve Kürtlere tanınan bölge dışında ise ağırlıkla Arapların çoğunlukta bulundukları ve sonradan Osmanlı Devleti’nden koparılan bölgeler hedef alınıyordu. [2]

Mandacı Baskılar:

Bu şartlar Erzurum ve Sivas kongrelerinde de Atatürk ve arkadaşlarının karşısına konuyor, üstelik bir de Türklerin çoğunlukta olduğu bölgelerin dahi Amerikan mandası altına girmesi isteniyordu. Mandacı anlayış öyle ileri seviyelere kadar ulaşmıştı ki, 4 Ocak, 1919’da Halide Edip Adıvar ve Ali Kemal gibi ülke aydınları bu anlayışı savunan “Wilson Prensipleri Cemiyeti” adında bir dernek dahi kurmuşlardı. Bu derneğin kurucuları Türklerin ancak toprak tavizi vererek ve Amerikan mandası altına girerek kurtulabileceğine inanıyorlardı. Kurtulmak için bir kurtuluş savaşı vermeye gerek bulunmuyordu. İşte Atatürk’ün yaptığı kurtuluş savaşı önce bu fikirlerle mücadele etmekle başlamıştı. Önce İzmir’in Yunanlılar tarafından işgal edilmesiyle başlayan, 1919’da İstanbul’un İngilizler tarafından işgal edilmesiyle başlayan süreç ta Çanakkale savaşından itibaren Avrupa’nın sosyalist ve sosyal demokrat yönetimleri tarafından sürdürülüyordu.

  1. Enternasyonal toplantısında Lenin’in de bu partilere yaptığı uyarılara rağmen maalesef Avrupa’nın sosyal demokrat ve sosyalist partileri emperyalist güçlerin savaş yoluyla elde ettikleri zenginliklerin peşinde koşuyor, mazlum ülkelere yapılan saldırıların ve dünya paylaşım savaşı çıkaranların tarafında yer alıyorlardı. Tam da bu sebeplerden dolayı kurtuluş savaşı bitince Atatürk önce cumhuriyeti kurmuş, sonra da sol ve sosyal demokrat partileri Wilson doktrinini savundukları için yasaklayan Takrir-i Sükûn yasasını çıkartmıştı. (1925)

1920 yılında Wilson Prensiplerini tüzük olarak kabul eden Milletler Cemiyeti kurulduysa da Cumhuriyeti kuran Atatürk bu cemiyete ilk anda katılmayı uygun görmemişti. Çünkü Wilson prensiplerinin ülkemiz için olumsuz şartları hali hazırda devam ediyordu. 1926 ve 1930 yılları arasında ülkemizin doğusunda Kürt isyanları henüz devam etmekteydi. Özellikle Ağrı bölgesinde Ağrı dağının yarısı İran tarafına ait olduğu için Türk ordusu müdahale ettiğinde isyancılar dağın İran tarafına kaçıyorlar, sonra müsait zamanda tekrar Türkiye tarafına geçerek Kürt cumhuriyeti kurduklarını iddia ediyorlardı. 1928 yılında isyancılar İngiltere vasıtasıyla Ağrı’da bir Kürt cumhuriyeti kurduklarını ileterek Milletler Cemiyeti’ne üyelik için müracaat dahi etmişlerdi. Bu durum hem Türkiye’nin hem de Sovyetler Birliği’nin ülke bütünlüğünü tehdit ediyor, iki devlet isyancılara karşı birlikte mücadele veriyorlardı. En sonunda Atatürk’ün çağrısıyla Türkiye ve İran masaya oturdu. Ağrı dağının İran’da kalan kısmı Türkiye’ye verildi. Böylelikle yapılan mücadeleler neticesinde Kürt ayaklanmaları da bastırılmış oldu. Böylece Atatürk’ün dehası sayesinde etnik sorunlarını halleden Türkiye Milletler Cemiyeti’ne davet edildi ve 1932 yılında her hangi bir sorun yaşanmadan Türkiye cemiyete kabul edildi. [3] Görüleceği üzere Atatürk’ün Avrupa sosyal demokrat partileri ile yaşadığı Wilson Prensipleri çatışması ömrü boyunca karşısına dikilmişti.

Wilson Prensiplerine Karşı Anayasal Önlem

Daha kurtuluş savaşının başlarından itibaren Türkiye anayasası, Jean Jacques Rousseau “Toplum Sözleşmesi” adlı kitabında anlattığı “Halk Egemenliği” anlayışından ziyade Fransız İhtilalinde önde gelen isimlerden biri olan ve “Millet Egemenliği” anlayışının arkasındaki en önemli düşünür olan Sieyes’in fikirlerine daha ağırlıklı bir yaklaşımla oluşturulmuştur.

Devlet egemenliğinin meşruiyetinin insanlara dayanması gerektiğini savunan Sièyes, egemen olanı bir millet olarak düşünmektedir. Sièyes, millet egemenliği kavramının kurucusu kabul edilmektedir. Sieyes’in tanımına göre millet, kendisini meydana getiren gerçek kişilerin toplamından farklı ve onların üstünde soyut bir kişiliktir. Milli egemenlik anlayışına göre egemenlik, bir devlette yaşayan tek tek vatandaşlara değil hem şimdi yaşayan hem geçmişte yaşamış hem de gelecekte yaşayacakların toplamına aittir. Dolayısıyla dikkat edilecek olursa bu yaklaşıma göre egemenliğin ait olduğu millet, bir bütündür.[4]

Millet egemenliği anlayışı 1791 yılında yani 1789 ihtilalinden hemen sonra oluşturulan Fransız anayasasının da özünü teşkil etmektedir. Öyleyse bize miras olan ve Wilson Prensipleriyle mücadele etmemiz için en sağlam enstrüman  “Millet Egemenliği” anlayışın sahip çıkmak ulus devletin bekası adına görev kabul edilmelidir.

Başta Sosyalist Enternasyonal, NATO, AB ve Birleşmiş Milletler üyesi pek çok ulus ötesi kurum ve Avrupa ülkelerinin çoğunluğu anayasalarını “halk egemenliği” esasına göre şekillendirmiştir. Halk egemenliği anlayışına göre o ülkenin alacağı kararlar belli bir dönemde “hayatta olan” insanların kararıyla gerçekleştirilmekte, gerek halkın vekilleriyle, gerekse halk oylaması veya plebisit gibi genel oylamalarla ülke kaderini etkileyecek meseleler hakkında karara ulaşılmaktadır.

Millet egemenliği anlayışına göre anayasa hazırlayarak devlet kurmuş Türkiye gibi ülkelerde ise ülke kaderini belirleyecek kararlar o dönemde yaşayan halkın yanı sıra geçmişte yaşamış millet ferleri ile gelecekte yaşayacak olan millet fertleri göz önünde tutularak alınmak zorunluluğundadır. Bu anlayışa göre geçmişten başlayan, bugünü içine alarak gelecekte yaşayacak olan millet fertleri “soyut bir varlık” olarak tanımlanmakta ve hali hazırda yaşayanların ülke kaderini değiştirecek karar almaları kabul görmemektedir. [5]

Türkiye’de 1921, 1924, 1961 ve 1982 Anayasalarında milli egemenlik ilkesi yer alır. Buna göre egemenlik kayıtsız ve şartsız Türk Milletine aittir. Halkçılık beyannamesinde de Atatürk egemenliği kayıtsız ve şartsız olarak halkın değil milletin eline teslim etmiştir. Yani anayasa ve başta gelen belli maddeleri Türk milletine bırakılmış bir miras hükmü taşımaktadır. Bu mirasın içinde verilen şehitler ve maddi manevi kayıplar da yer almaktadır. Tabii olarak bir de bize emanet edilen vatan ve devletin gelecek nesillere de iletilmesi görevi mevcuttur. Yani millet ve devlet kavramları geçmişten başlayan ve gelecekte de devam ettirilecek olan değerlerdir. Dolayısıyla belli bir dönemde yaşayan halk, geçmişi ve geleceği de ilgilendiren hayati bir konuda kendi başına karar alamaz ve yeni anayasa oluşturamaz. Bizim sistemimizde milletvekilleri de halka karşı değil anayasaya karşı sorumludur. Üstelik “Seçmenler tarafından seçilen temsilcilere verilen görev, millîdir, temsilîdir ve tamdır. Bu sebeple, temsilciler, belli seçim bölgesindeki seçmenler tarafından seçilseler de, sadece kendisini seçen seçmenleri değil, bütün milleti temsil ederler; millet adına hareket ederler; kendisini seçen seçmenlerin emir ve talimatlarına tabi ve bağlı değildirler.”[6] Bu nedenle de seçilen temsilciler belli bir bölgenin özerkliği ya da kendi kaderini tayin hakkı olarak ayrılmayı talep edemezler.

[1] The Milner-Fabian Conspiracy, Loan Ratiu, sf:193, Free Europe Books, Richmond, Surrey, UK, 2015, 3. baskı

[2] https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/wilson-ilkeleri/

 

[3] https://ataturk.org.au/gazete-makaleleri/cengiz-ozakinci/ataturkun-1932-milletler-cemiyeti-zaferi/

 

[4] https://iupress.istanbul.edu.tr/tr/journal/mecmua/article/halk-egemenligi-ve-milli-egemenlik-teorileri-baglaminda-anayasacilik sf:18

[5] https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/155605, Yard.Doç.Dr. Adnan Küçük sf:13 (323)

[6] Age sf:13

Column: 2

 

Yeni Bir Anayasa Gayretleri:

Wilson prensiplerinin geçerli hale getirilmesi için yeni bir anayasa yapmak ve en azından üçüncü maddesi (Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir. Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Millî marşı “İstiklal Marşı”dır. Başkenti Ankara’dır.) şeklinde bir maddesi olmayan anayasa oluşturmak gerekmektedir. Çünkü Türkiye coğrafyası üzerinde Kürdistan ve Ermenistan diye özerk dahi olsa bölgeler oluşturulamaz, devlet egemenliği bölünemez. İşte Atatürk’ün bu devleti kurarken bölünmeye ya da diğer ifadeyle Wilson Prensiplerine karşı bize miras bıraktığı ‘Millet Egemenliği’ne dayalı anayasamız sayesinde yeni bir anayasa yapılamamaktadır. Yeni bir anayasa yapıldığı takdirde de geçersiz olacaktır.

Günümüze gelirsek, ulus devletlerin üzerinde bir yapı olarak küresel sermayenin oluşturduğu Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, Sosyalist Enternasyonal ve NATO gibi kurumlarda halen bir tür “ulus devletleri parçalama aparatı” olarak adını kullanmaksızın Wilson Prensiplerini savunduklarını görmekteyiz. Burada dikkati çeken konu, İngiltere, Fransa, Almanya ve İtalya gibi ülkelerde de ayrılıkçı talepler olmasına rağmen yukarıda bahsi geçen ulus-üstü kurumların bu konuda çifte standarda sapmalarıdır. Artık Wilson Prensipleri hedef ülkenin jeopolitik konumuna göre bazı ülkeler için geçerli, bazı ülkeler içinse görmezden gelinecek bir konu olarak ele alınmaktadır.

Örneğin Fransa veya İtalya’da ayrılıkçı talepler bulunmasına karşın buna ne NATO, ne Sosyalist Enternasyonal ne de Avrupa Birliği kendi içlerinde ses çıkarmamaktadırlar. Ancak NATO’nun egemeni konumunda olan ABD İsrail’in Ortadoğu’daki güvenliği adına Türkiye’den toprak koparmak üzere YPG ve PYD’yi silahlandırmakta ve Türkiye’ye karşı saldırtmaktadır. Keza yine bir NATO ülkesi olan Yunanistan kendi ülkesinde PKK kampları barındırmakta ve Türkiye’ye saldıracak militanlar yetiştirmektedir. İngiltere merkezli küresel sermayenin tasavvuru ise İstanbul Başkentli bir Ortadoğu birleşik devletleri projesidir. İstanbul başkent yapılırsa bir halifenin yanı sıra kısmen ekümenik bir idare de işbaşına getirilecek ve Ankara merkezli Türkiye Cumhuriyeti ortadan kaldırılacaktır.

Yine İsveç, Norveç, Yunanistan ve Almanya gibi tüm Avrupa ülkelerinin sosyal demokrat partilerinin bir araya geldiği Sosyalist Enternasyonal de Wilson Prensiplerini Türkiye aleyhine işletmekte ve YPG ve PYD temsilcilerini bağımsızlık mücadelesi veren Kürt Halkının temsilcisi olarak görerek Sosyalist Enternasyonal bünyesinde tıpkı CHP gibi temsil edilmelerine izin vermektedir. Hatırlanacak olursa Türkiye Irak ve Suriye’de Kürt halkına soykırım uyguluyor mealinde bir bildiri yayınlandığı aşamada o zamanki CHP temsilcisi Umut Oran Sosyalist Enternasyonal genel başkan yardımcılığından istifa etmek zorunda kalmıştı.

Avrupa Birliğinin en güçlü temsilcisi ve egemeni olan Almanya da bölücü Kürt derneklerini bünyesinde korumakta ve özellikle Alevilik üzerinden Türkiye aleyhinde sürdürülen faaliyetlere göz yummaktadır. Yine Avrupa Birliği bir takım hukuk standartlarını öne sürmekte ve Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı bağlamında Türkiye’nin koymuş olduğu çekinceleri kaldırmasını talep etmektedir.

Tüm bu gayretler kendilerince aşırı güçlü ve büyük olan Türkiye’nin parçalanarak küçültülmesi ve zayıflatılması amaçlıdır.

Wilson prensiplerinin Türkiye için tüm tehdit edici fonksiyonuna rağmen ülkemizde bazı partiler bu prensipleri benimseyen partiler haline dönüştürülmüştür. Bu partiler Atatürk’ün mücadele ettiği Wilson prensiplerini savunduklarını açıktan ilan etmemekte fakat “Eşit Yurttaşlık”, “Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı”, “Anadilde Eğitim”, “Çoğulculuk” ve “Özgür Belediyecilik” kavramlarını parti programlarına, seçim bildirgelerine ve tüm siyasi söylemleri içine alarak maalesef Türk halkını aldatmaya çalışmaktadırlar. Mecliste bulunan bu partiler mevcut Türkiye Cumhuriyeti anayasasına da karşı oldukları için gerek NATO bünyesinde, gerekse İsveç ile Finlandiya’nın NATO’ya kabul edilmesi meselesi özelinde tereddütsüz bu ülkelerin ittifaka alınması yönünde oy kullanacaklardır.

Mevcut iktidara gelirsek onun da NATO’ya direnmesi mümkün görünmemektedir. Ortaklığa katılmak isteyen ülkeler iktidarla göstermelik bir memorandum imzalamış ve daha başlangıçtan Türkiye’nin çekincelerini ve endişelerini kabul etmediklerini açıklamışlardır. Bu ülkelerin ve NATO’nun ulusların kaderini tayin hakkı konusundaki görüşleri asla değişmeyecektir. AKP iktidarı da bunun farkındadır. Öyleyse yapılan göstermelik memorandum içerideki kamuoyunu seçim öncesinde etkilemeye ve oyalamaya yöneliktir. İktidar ne yapabilirdi diye soranlara bu taleplere ilave olarak hiç değilse yine bir NATO üyesi olan Yunanistan’ın Ege adalarını silahlandırmaktan vaz geçmesi de talep edilebilirdi şeklinde cevap vermek mümkün.

Çözüm:

Türkiye’de siyasi partiler başta İstanbul sermayesi olmak üzere dünyanın farklı sermaye merkezlerinin güdümüne sokulmuştur. Bu nedenle büyük bir halk farkındalığı olmaksızın partilerin kongreler yoluyla ıslah edilmesi imkanı kalmamıştır. Seçmen gözü kapalı, partisinin izlediği her politikayı öven ve kutsayan tarikat müritlerine dönüştürülmüştür. Bu durumda oyunu gören ve ülke sorunlarına çözüm getirmek isteyen entelektüel kesimin yeni bir parti kurmaktan ziyade yeni bir partisiz hareket çatısı altında birleşmesi gerekmektedir. Böyle bir hareket Mustafa Kemal Atatürk’ün ilkeleri ve anayasa anlayışını benimseyen, “Partilerden Bağımsız” bir sivil toplum hareketi olmalıdır. Bu hareket ne denli güçlenirse oy verilen partilere de o nispette çeki düzen verilecektir.

Faik Kurtulan

Cumhuriyetçi Birlik Platformu Genel Başkanı

12 Temmuz, 2022

 

 

About The Author