AB havucu

Cumhuriyet gazetesi Starateji ilavesi, 30 Ekim 2006

 

Avrupa Birliğine katılma çabamız sürecinde, verilen ve verilmesi istenen tavizlerin yurdumuzu bölmeyi gayelemesi ve son zamanlarda istenenlerin daha ciddi boyutlara erişmesi; yönetim sistemimize, TSK’inin tutumuna, gelecek seçimlerin şekillenmesine, yani 21. Yüzyılda Türkiye’nin geleceğini belirlemesinde, büyük etken olarak karşımızdadır. Bu nedenle AB katılımına rağbette olmayan yönlerden bakmalıyız.

Evvela belirtilmesi gereken; AB’ye girmemizin, ödülsüz, eşit, ve bizim milli çıkarlarımıza uygun düşen bir zaman, ortam, ve şartlarda, istenebilecek olduğunun, kabul edilmesidir. Bu nedenle, kayıtsız şartsız bir AB karşıtlığı savunulmamaktadır.

Dört yıl evvel AKP iktidira geldiğinde ilk uygulamaları; kırk yıllık geçmişi olan AB katılımını canlandırmaları olmuştu. AB girişimi, TUSİAD başta olmak üzere, halkın yüzde seksene yakınının desteğini bulmuştu. Dört yıldan beri yazdığımız gibi, bugüne kadar yaşanmış olan olaylardan, ikdidarın AB katılımını, TBMM ellerinde olduğu sürece, örgütlenmelerini tamamlayabilmek için, bir havuç olarak kullanmış olduğu görüyoruz.

Oyverenlerin sadece yüzde yirmibeşinin seçtiği iktidarın, halkın yüzde sekseninin desteğini alacak bir konuyu yaratabilmiş olmasını başarı olarak değerlendirmemiz yerinde olur. Bu havucun varlığı, halkın desteğini peşinde taşımasından ötürü, hem muhalefetin susturulmasına, hem de TSK’nin etkinsizliğe doğru sürüklenmesine neden olmuştu.  Bütün veriler ortada iken halkın gerçekleri görmemis olması hayret vericidir. Bu konuda o günlerde AB başkanlarının bazılarının dediklerini hatırlamak faydalı olur:

“Türklere ileride bürgün AB’nin parçası olacakları yolunda 30 yıldır söz vererek dürüst bir davranışta bulunmadığımızı düşünüyorum. Çünki gerçek, AB’nin Türkiyeyi üye olarak kabul etme yolunda hiçbir niyetinin olmadığıdır. Türkiye, bir yandan köklendiricilerin diğer yandan bizim tutmayacağımız sözlerin arasında sıkışmış durumdadır. Türkiye’ye gerçek niyetimizi anlatmamız daha dürüst bir davranış olurdu. ………” Tom Spencer, AB Dış İlişkiler Komitesi Başkanı,1999.

“Türkiye’nin AB içinde yeri olmayacak. Bugün Avrupada hiçbir lider Türkiye’yi AB içinde istemiyor. Yarın için de böyle bir niyetleri bulunmamaktadır.Türkiye’ye haksızlık ediliyor. Çünki Türkiye AB tarafından aldatılıyor. Helsinkide aday yapılması Türkiye’ye boşuna umut verecektir.” Valery Giscard D’Estaing, Fransa eski Cumhurbaşkanı, 2000.

Avrupanın geleçeğinde ne olursa olsun Türkiye’nin yeri yoktur.Yetmiş milyon Türkiye vatandaşını Avrupa içinde serbestçe dolaştıramayız. Avrupa’nın İran, Suriye, Irak gibi ülkelerle sınır komşusu olmasını kabullenemeyiz. Türkiye ile ekonomik ilişkilerimizi sürdürmeliyiz. Genç ve hızlı büyüyen nufusunun satınalma gücünden faydalanmalıyız. Ancak, bu ülkenin globalleşmenin temel prensiplerine sahip olmadığını ve uluslar arası kardeşliği içine sindirmediğini de görmeliyiz. ……….” Halmut Chmidt. Almanya eski Başbakanı, 2000.

Bütün buna benzer gerçekler, bilahere yapılan oylamada Fransa halkının ret oyu vermesi karşımızda iken, verilen tavizler kabul edilemeyecek boyutlara erişirken, yurdumuzun içten etnik ayrılmalara sürüklenmekte olduğu ortada iken,  bazı düşünürlerin devamlı halkı uyarmaya çalışmalarına rağmen, havucun çok başarılı bir şekilde kullanılması, iktidar yönünden başarı, halk ve muhalefet yönünden ise büyük bir hezîmet olarak karşımzda somutlaşmış bulunuyor.

Sayın Abdullah Gül’ün AKP ye katılmadan evvel gayet net bir şekilde, –hiçbirzaman AB’ye girmemizin mümkün olmayacağını, onların hiçbirzaman bizi alamayacaklarını savunmuş olmasına rağmen, AKP de Dışişleri Bakanı olarak tam tersi yönde hareketi umursanmamıştır. Halk AB havucunun peşinde üç yıl başarılı bir şekilde sürüklenmiştir.

Ancak günümüzde, AKP’nin örgütlenmesinin epey yol kazanmış olması, ve havuca gereken ihtiyacın azalmaya başlamasından, durmun değişmesine müsade edildiğini izlemekteyiz. Bu yazı hazırlandığında AB’den gelen işlemlere yapılmaya başlanan menuniyetsizlik gösterileri bir son’un başlagıcında olduğumuzun belirtileri olarak alınabilir.

AKP’nin dine dayalı gayelerinin, seculer bir Avrupa anlayışıyla olan çelişkisinin zaten bilinmesi gerekirdi. AKP’nin AB’ye katılma arzusunun gerçek olduğuna inanarak, veriler ortada iken, söylenenleri dinlememiş olanlar, şimdi özür arasalar da bir faydası olmayacak gibi görülüyor. AB’ye katılımı, kabul edilmeyecek şartlara rağmen destekleyenlerin oranının yüzde seksenden yüzde kırklara inmiş olması, umut verecek bir veridir. Fakat, destekleyen yüzde kırkın yüzde onbeşini AKP taraftarları olarak kabul etsek bile, geri kalan yüzde otuzunun hala olayların yurdumuzu nereye sürüklediğini görmemesi halkının kendi çıkarlarını koruyabilme yeteneğinde zorluklarda olduğunu göstermektedir.

AB yönetimi, AKP’nin kullandığı havuç yönteminin tabii ki bilincindedir. Onlar da ayni havucu Türkiye’ye istediklerini yaptırabilmek için kullanmaktadırlar.

AB kamu oyunun Türkliye’yi istemediği şüphe götürmez bir veridir. AB’nin gayelerinin Sevr’in başarılamamış olan şartlarının gerçekleşmesi olduğu biliniyor. Türkiye’nin iç işlerine karışılması, kendilerinin asırlardır yaşayarak öğrenmiş oldukları etnik ayrılıkların yıkıcılığını, bizi bölmek için kullanmaları arzusudur. İnsan hakları, azınlıklar hakları, ekümenikliğin tanınması, vakıfların haklarının değiştirilmesi, ruhban okullarının canlandırılması, Kıbrıs, Pontüs, adalar, nehirler, barajlar, Alevi, gibi konuların son günlerde çok ısınmış olması da, AKP’nin artık AB havucuna ihtiyacı kalmadığını görmeleri, belki de onlar iktidardan düşmeden evvel azâmi tavizleri koparma çabaları olarak düşünülebilir.

TSK’nin son günlerde yapmış olduğu uyarılarda, her nekadar daha havucun gölgesinde, AB’ye gire(me)memize sebep olmakla itham edilmek korkusunda oldukları görülüyorsa da, AB’nin gayeleri için çok endişe verici bir gelişmedir.

AB Türkiye temsilcisi Hansjörg Kretschmer’in, AB genişlemesinden sorumlu Komser Olli Rehn’in son sözleri yenir yutulur olmayan gaflar olarak belirse de, onları kasıtlı olarak ne koparırsak kârdır düşüncesiyle yapılmış, etkilerinin hâlâ Türkiye üzerinde geçerli olduğunu belirten beyanlar olarak düşünmek, daha yerinde olur.

ABD Ankara Büyükelçisi Ross Wilson’un hakareteamiz “kakafoni” gibi sözlerinin söylenebilmesi, çok yerde AB, ABD gayelerinin birleştiğinin, ve iktidârın ikisine de etkisiz kalmak zorunda olduğunun kanıtıdır. Türkiye’nin Washington Büyükelçisinin böyle birşey söylediğinde derhal çekilmesinin isiteneceği şüphe götürmezken, (bu yazı hazırlandığında) bizim kırılmış olduğumuzu söylemekle yetinmemiz, zâfiyetin boyutlarını ortaya koymaktadır.

Atatürk’ün şu sözünü hatırlayalım: Bir Ulus kendi gücüne, yanlız kendi gücüne dayanmazsa, şunun bunun oyuncağı olur.

Son altmış yıldır izlenen politikalar Atatürk ilkelerinden ayrılmamıza, yabancıların tarafından idare edilen yönetimlerin elinde kalmamıza, ekonomik olarak bağımsızlığımızı kaybetmemize neden olmuştur.

En aşalıyıcı koşullar bile öne sürüldüğünde, AB içine girmeye sıcak bakmış bir toplumun düşünce tarzını anlamak kolay değildir.

Bu konuda, hiçbirşeyi kendi gücümüzle yapamayacağımıza inanmış, aydın geçinen geniş bir kitlenin göstermiş olduğu ön neden; şayet AB bizi zorlarsa ancak o zaman yapmamız gereken gelişimleri başarabileceğimiz, ancak onların içine katılınca uygarlık düzeyimizi yükseltebileceğimiz,  insan haklarına daha fazla saygı göstereceğimiz, ancak onların arasına karışarak onlar gibi olabileceğimizdir.

Halbuki tarih bunun hiçbirisinin gerçek olmadığı kanıtlariyle doludur. Batının hegemonyasından, esaretinden bizi kurtaran Atatürk ilkeleri  bunun tam tersinedir. Atatürk’ün uyarısını tekrar hatırlamakta fayda var: ……… Halbuki, hangi istiklâl vardır ki ecnebilerin nasihatleriyle, ecnebilerin palanlarıyla yükselebilsin?.. Tarih, böyle bir hadiseyi kaydetmemiştir!”. Bu uyarıyı seksen yıl evvel yapan Atatürk, en zor durumlarda, en geri kalmış olduğumuz bir aşamada, hiçbirzaman Batı kelimesini kullanmamış, batıyı taklit etmeyi önermemiş, Avrupalılaşmak gibi bir öneride bulunmamış, daima kendi irademiz ve gücümüzle, başkalarının yapmış olduğu ilerlemelerden öğrenerek, gelişmemizi önermiştir.

Bu milletin varlık ve yapı gücüne güvenlerini kaybetmiş, daima kendisini Batı mit’inden aşağı görmeye alışmış, sözde aydınların, AB’den bekledikleri gelişmelerin bazılarına bakmak sırasıdır:

İspanya’da Engizisyonlar, Fransa’da Vendee soykırımı, Amerika kıtasında Kızılderililer’in ve Aztekler’in soykırımı,1. Dünya savaşı, ardından Almanyanın cendereye sokulması nedeniyle Hitler rejiminin 2.Dünya savaşını başlatması, Almanya’da Holokost, Fransa’nın Cezayir soykırımı, Rumların Kıbrıs soykırımı, elliye yakın Türk diplomatının Ermeni’ler tarafından yapılan suikastlara öldürülmsine Batı’nın seyirci kalması, Yogoslavya soykırımına Avrupanın iki yıl seyirci kalması, Azerbeycan’da Ermenilerin yaptığı soykırıma Batı’nın seyirci kalması, ABD’nin Guantanomo Bay esir kampı, Irak işgal gücünün Abu Garib esir kampı, Batı’nın insan haklarına nekadar değer vermekte olduğunun utanç verici tarihî kanıtlarıdır.

Bugün Ermeni desporası davulunu çalan ülkelerin, tarihçilerden oluşan çok uluslu bir gurubun bu konuyu araştırması çağrılarımıza, bütün ısrarlarımıza rağmen, araştırılarak bir sonuca bağlanmaktan kaçındıkları sözde Ermeni soykırımını, demoklesin kılıcı gibi daima karşımıza çıkarıyorlar. İsviçre’de, Hollanda’da ve Fransa’da, soykırımı kabul etmeyenlere hapis cezası vermeyi sağlayacak yasa önergeleri vermeye cüret eden demagoglar kimlerdir?

İfade özgürlüğünün yurdumuzda olmadığını idda ederek, azınlık sorunu kendileri yarattıktan sonra, bize şartlar koşan, insanların fikirlerini, inançlarını belli etmelerini yok edecek yasalar geçirmeye çalışan, ayni demagog AB toplumu değilmidir?

Bir taraftan terörle mücadele davulu çalarken,  teröristler listesinde olan PKK’ya maddi mânevi yardımlar yapan, örgütlerini barındıran, vatandaşlarımızı aleyhimizde kışkırtan, ayni Batı demogogları değilmidir? Şimdi PKK’yı yasallaştırmak, sonra da Irak’da kurulması gerçekleşmek üzere olan Kürt devletine eklemek için, NATO’nun  teröristler listesinden çıkarmayı teklif eden, aynı Batı demagogları değilmidir?

Kendileri hâlâ suç işlemekte iken, insan hakları mahkemeleri kurup, milletleri yargılamak küstahlığını gösteren Batı, demokrasi kısvesi altında, sadece maddi çıkarlarının, refahlarının devamlı olmasını garantilemek için Irak’ı işgal eden, yüzbinlerin heba olmasına aldırmayan, dünyanın en kritik bir bölgesini gelecek uzun yıllar boyu ateşe atan, ayni demagog değilmidir?

Daha bir ay evvel İsrail’in Lübnanı işgaline ve seksenbini cocuk, yüzyirmibin masum halkın katledilmesini desteklemiş olan ABD, çıkarlarından ötürü seyirci kalan AB, demagogları değilmidir?

Devrimizde insanlık anlamı içinde uygarlıktan çok uzak olan bu olayların içinde ol(ma)dığımıza sevinecek ve gurur duyacak iken; milli gurur, bütünlük, egemenlik, karekter ve haysiyetimizi vermeye rıza göstererek, onlar gibi olmaya çalışan toplumumuzun AB hayalinde koşan kısmına nasıl bir gözle bakmak gerekir?

Bu kişler çok zaman –AB’nin bize ihtiyacı var, mecburen alacaklar, iddasındalar. Şayet bu bir gerçekse, -bırakalım onlar bizi çağısınlar dememiz yerinde olmaz mı?

AB henüz olgunlaşmamış, içerisinde çelişkiler olan, milliyetçilik ayrılımlarından kurtulmamış, hiçbir zaman da kurtula(ma)yacak bir toplumdur. Bir ana yasası bile olamamış, olması çok şüpheli görülen, azalarının birkısmı en esas kurallarından biri olan tek para birimini kabullenmemiş, birkaç büyük ülkenin hegemonyasını kurmaya çalışmasıyla yürütülen birlik, henüz birlik satatüsüne bile erişememiştir.

AB artık içindeki zorlukları saklamamakta, genişlemek istemediğini söylemektedir. Bizi içine almak istemediğini, şayet referandumlar olumlu çıkarsa, belki, on onbeş yıl sonra, şartlı olarak, serbest dolaşma izni olmadan, almayı düşüneceğini açıkça ifade etmekte iken, 2025 yılı programında Türkiye’nin adı bile geçmez iken; Türk toplumunun, şimdi yarısından azının da olsa, hâlâ bu havuca kanması, hâlâ bu kirli geçmişe ortak olmaya çalışması, ve bu yolda ödüller vermeye razı olması, anlaşılır gibi değildir.

TSK’nin son bir ay içindeki tutumu biraz güven verici olmakla beraber, demokrasi kuralları ve Anayasamızın gerekçelerine uygun olarak yapıldığı halde, bazı çevrelerde askerin siyasete karışması olarak yorumlanmaktadır. Hakiki bir demokraside, söz ve fikir özgürlüğü olan bir ortamda bunların olması doğaldır. Ancak bu düşüncelerin Batı’nın çıkarlarına hizmet eden türden olduğunu düşünmemek de elden gelmiyor.

İktidarın olaylara bakışının demokrasi şeffaflığından uzak olması nedeniyle, yaklaşımlar demokratik bir düzeyde olduğunda, ters bir sonuca yöneleceğini, kamu oyunu olumsuz etkileyebileceğini de daima göz önünde bulundurmak gerekmektedir.

İzmir’in kurtuluşu günlerinde İngiliz donanması daha limanda iken, amiralin Atatürk’ten azınlıkların korunmasını küstah bir şekilde talep etmesi üzerine, elinde kullanabileceği birtek sandal bile yok iken, sabah olmadan limanı terketmelerini emretmesi ve amirali odadan kovması, bazı şartlar altında alınması gereken doğru bir yöntem olabilir. Bazen ise bir kokteyl partisinde güler yüzle, kimsenin duymayacağı bir şekilde diğerinin kulağına fısldanan iki sözcüğün, orduların harekâtından çok daha etkili sonuçlar verdiği kullanılmış olan yöntemler olarak mevcuttur.

“Prg”

 

Turgut A. Karabekir

turgutk@gmail.com

 

 

 

About The Author