Fidel Castro’suz Küba değişebilirmi?

 

Kasım’ın dördü ABD’de seçim günü olacak. Ön seçimler bütün şiddet ve  gülünçlüğüyle devam ediyor. Cumhuriyetçilerin adayı John McCain yerini garantiledi. Demokratlarda Barak Obama ile Hillery Clinton baş başa mücadeledeler. Bütün adaylar her zaman olduğu gibi yapamayacakları şeyleri vaad ediyorlar. Ekonomi ve Irak en önde gelen konulardan. Demokratlar, ordunun hemen çekilmeye başlayacağını vaad ederken, Irak hükümetini korumak için yeterli(!) gücün kalacağını da satır arasına sıkıştırarak halkı uyutuyorlar. Orada yüzyıl kalabiliriz diyerek doğruyu söyleyen yanlız McCain. Nedenin petrol olduğundan bahseden tek kişi yok. Tabii ki McCain’in söylemek istediği bütün ordunun kalması değil, hiç değilse petrol bitinceye kadar, ABD varlığının bölgede etkin kalması.

 

Sözde Ermeni soykırımını McCain kabul etmezken, tanayacaklarını söyleyen Obama ve Clinton, ABD karşıtı ülkelerin başkanlarıyla da ilişkileri geliştireceklerini vaad ediyorlar. Bu aşamada Fidel Castro’nın başkanlığı bırakması gündeme girdi. Her ikisi de, abisinin yerini alan Raul Castro ile, demokrasiye yönelmesi şartıyla, baskıları kaldıracaklarını söylüyorlar. Raul’un gelmesini fırsat bilerek, uzun zamandır arzu edilen değişikliğin gerçekleştirilmesi istenen bir hava esiyor.

Soru, yeni yönetim altında ekonomik çıkarların ve emperyalist gayelerin demokratik ilkeleri nekadar görmemezlikten gelebileceği. Cevabı verebilmek için, bu yazının kapsamında, Küba’nın Castro rejimi elindeki geçmişine bakmak gerekiyor:

 

“1959 yılındaki ihtilâle kadar 6.2 milyonluk Küba, ABD sömürüsü altında, onun kumarhanesi ve sefahat yeri olarak, Avrupa ülkelerinin birçoğundan daha gelişmiş zengin bir ülke idi. Varlık, ABD’tarafından korunan yozlaşmış rejimlerin sömürüsünde, imtiyazlı zümrenin elinde iken halkın çoğu fakirlik içindeydi. Yüzde 34’ü çiftçi olan halk, emperyalizmin kıskacından kurtulmaya hazırdı. Son diktatör Fulgencia Batista, ABD desteğinin kesilmesiyle ihtilalcilere karşı koyamayacağını anlayınca, kaçmak zorunda kaldı.

 

Fidel Castro 1950 yılında Havana’ya kurtarıcı olarak girdiğinde, kominislikten uzak biliniyordu. Özel varlıkları, hür basını koruyacağını, ABD ile iyi ilişkilerde olacağını ve üç ay içinde serbest seçimleri yapacağını vaad etti. New York basını, uluslararası medya onu, Küba’nın George Washington’u olarak değerlendirdi. ABD Castro hükümetini çabucak tanıdı.

Üç ay geçmeden, 600-1,100 kişi kurşuna dizildi. Hapistekilerin sayısı Batista zamanının on katına çıktı. Bir yıl geçmeden Castro ABD’yi, insanlıkla beslenen akbaba, diye ilan etti. Altı ay içinde bütün radyo, TV ve basın hükümet kontrolüne alındı. Yabancılara ve yerlilere ait 5,911 işyerine el kondu. Gelişmelerden sabrı tükenen Başkan Eisenhower 1961 de Küba ile ilişkileri kesti.

Başarısızlıkla sonuçlanan Domuz Körfezi çıkartmasından sonra Castro hükümetini, Sosyalist, Marksisit, Leninist ve Kominist olarak ilan etti. Yavaş yavaş bütün işletmeler devletleştirildi. 159,958 çifliğe el kondu. Evvelce İtalyanların bile sıra beklediği, en çok göçmen alan ülke olan Küba’dan, 1992’ye kadar, 2 milyon kişi Kübayı terk etti. 83 bin kişi kaçarken denizde boğuldu. İhtilalden evvel işçi yevmiyesi Belçika, Danimarka, Fransa ve Almanya’dakinden daha yüksek olarak, GSMH’tın yüzde 66,6 sını tutuyordu. O yıllarda ABD’de yüzde 68 idi. Halkın yüzde 44’ü Sosyal kurallarla korunarak, ABD’nin önündeydi. Durumun kötüye gitmesiyle Sovyetlerin 130 Milyar dolar, yni kişi başına yaklaşık 6,250 dolar yardımının ekonomiden başka gayelere harcandığı söylendi.

Küba zindanlarındakilerin binlerce insanın olduğu ve 15-48 yaşları arasında intihar oranı 2.4’ e yükseldiği söylenmişti. Cezalandırılanların yanlız yeni rejime karşı olanlar arasından değil kendi içlerinden de olduğu yazılmıştı.

Başkan Manuel Urrutia, kumandan Huber Matos 20 yıl zindanda kaldı. Castronun yakınlarından, De La Guardia, Humberto Sori Marin. William Morgan, Gorbachev devrimlerine sıcak bakan ve reformist Camil Cienfuegos ve general Armando da cezalanların içindeydi.      1960 da yazar/şair armando Valladares zindana atıldı ve 1982 de Francois Mitterand tarafından kurtarılıncaya kadar yattı. 1984 de “Against all hope” (Bütün ümitlere karşı) kitabını yayımlayarak 22 yıl çektiklerini anlattı. 1965 de UMAY adıyla anılan işçi kampları oluşturularak baş kaldıran gençler ve özellikle eşcinseller toplanarak, ölünceye kadar zoraki işlerde çalıştırıldı. Operasyon P (prostotutes, pimps ve pederasts) olarak bilinen harekete, uluslararası basında çok yankı yapmasıyla 1968 de son verildi. Gelir teminine çare arayan hükümet, lüks bir tesiste oturmaları yemiyle, yüzden fazla gence AİDS virisünü aşılayıp, deneylerle AİDS aşısı bulmaya çalıştı. Gençlerin yüzde sekseninden fazlası feçi şkilde öldü ve proje başarısızlıkla terk edildi.

Füzeler krizi sırasında, Kennedy Rusyanın füzeleri geri çekmesini istedi. Khrushchev’in füzeleri Kuba’dan geri çekmesi, Kennedy’nin tehdidinden ziyade, Castro’nun onu ABD’ye hucuma zorlamasından ötürü Küba’da bırakmamak arzusundan olduğu sonradan anlaşılmıştı. Fakat sonunda ABD’nin birdaha Kübayı istila etmeyeceğine söz vermesiyle, Castro olaylardan karlı çıkmış oldu.

Artan esrar ticareti uluslararası basının baskısı üzerine, en yakınlarından olan De La Guardia ve Ochoa’nun üzerine atarak temize çıkıldı. Bütün deliller Başkan Clinton’a verilmiş olduğu halde o sıralarda Küba ile ilişkileri düzeltmek isteği nedeniyle hiçbir önlem alınmadı. Ortega’ya yapılan hareket Castro’ya yapılmadı.

US Savunma bakanlığı tahminlerine göre Küba’da birçok memleketlerden gelen 42 bin gerilla yetiştirildi. 17 Kasım 1962’de ABD’de, NY merkez tren istasyonu, Hürriyet anıtı, Maycy’s ve Gimbles mağzalarını bombalamak için hazırlalan 500 Kg TNT yakalandı. 9/2001 den belki daha vahim bir felaket önlenmiş oldu.1976 da Başkan Ford ve Ronald Reagan’a suikast düzenlendi. Kennedy ve L.B. Johnson’a suikast düzenlediğini 1966 da Gazeteci Howard Smith’e Castro kendisi söyledi. Kennedy’nin öldürmesine ismi karışan Oswald’ın birkaç gün evvel Havanada  olduğu söylendi. 1987 Florida’daki Turkey Point Nükleer tesisinin imhasına çalışıldı. General Rafael el Pino sonradan, Ochoa’nın öldürülmesinin diğer bir nedeninin de  bu girişimi tenkit etmiş olması olduğunu açıklamıştı.”(1)

 

Bütün bu olaylar içerisinde, 1959 daki ihtilalden beri Castro’n en yakını ve bereberinde olan, onun ordu kumandanı ve isteklerini yerine getiren kişi olarak bilinen kadeşi Raul Castro olarak bilinir. Hatta bazı çevreler Raul’un daha sert olduğunu idda etmişlerdir. Hernekadar Raul ağabeysi kadar tek taraflı ABD kiniyle gözleri bulutlanmış olarak bilinmese de, ikisinin de ayni hamurdan olmadığını düşünmek yanlış olur.

Bugün çok kişi pragmatik olarak tanılan ve 1990’dan beri reformlar getirmeye çalışan Raul Castro’ya ümitle bakıyor. Sorun, Fidel hayattayken Raul’un istese bile Çin benzeri reformları yapıp yapamayacağı.

 

Konu ABD’de de gazetelerin gündemine de girdi:

“Küba’da hala halkın yüzde 97 si hükümete çalışıyor ve bu insanların çoğu 11 dolar aylıkla geçinmek zorunda. 1990 reformundan sonra 150 küçük iş sahasına izin verilmiş olmasına rağmen, serbest iş yerlelerinin sayısı, hükümetin bildirisine göre, 150 bini geçmiyor. 19 ay evvel Fidel’in hastalanmasından beri gelişmeler ümit verici olarak yorumlanıyor. En büyük değişiklik Raul’un abisini Küba’yı turizme açmaya razı etmesiyle başlamıştı. Havana’ya, Latin Amerika’nın en pahalı şehri olmasına rağmen, 1989 da 270 bin, 2006 da ise 2.2 milyon turist geldi. Hükümet turizm gelirinden yaklaşık yüzde 30 pay almakta. Artan dolar gelirlerinden ötürü paralı güçlerin yeniden doğması olasılığından korkan Fidel, 2004 yılında birçok iş yerinin çalışma izinlerini yenilemeyerek kendilerine çalışan varlıkllıların üremesine mani oldu.

Küba’daki işlenebilir toprakların yarısı atıl yatmakta. Küba yiyeceğinin yüzde 80’ini ithal ediyor. Raul’dan beklenen, fakat şüpheyle bakılan en büyük ümitlerden biri de toprakların bir kısmının çiftçilere verilmesi.”(2)

 

Castro’nun, yakın komşusu ABD gibi büyük ve güçlü bir ülkeye yarım asırdan fazla baş kaldırabilmesi, ülkeyi emperyalizmin elinden kurtarması, takdir edilecek yönüdür. Ancak, Castro’nun yapılması gerekeni yanlış yoldan uyguladığı da izlenmektedir. Ülke emperyalistlerin sömürüsünden kurtarıldığında, rejimin diktatörlüğe dönüşmemesi ve Castro’nun ABD’ye olan kininden ötürü tuttuğu yol nedeniyle, halkını ezmemesi arzu edilirdi.

 

Castro’nun yaptıkları ile bugün Venezüella’da Chavez’in yapmaya çalıştıkları arasında büyük ayrılıklar vardır. Hernekadar Chavez bir diktatör ise de, hâlen hem emperyalistlere karşı koyabilmesi, hem de kaynaklarını halkın yararına kullanması, onu bir kurtarıcı olarak görmemize şimdilik yeterli olmalktadır.

 

ABD hala Castro nedeniyle kaybettiği yanıbaşındaki Pazar yerinin özlemindedir. Başkan Clinton zamanında gerçekleşemeyen yaklaşmayı bugün kolaylaştıracak bir ortam, Fidel’in hastalanmasıyla ortaya çıkmıştır. ABD’nin geçmişini anımsadığımızda, kendine yarayan ilişkilerine geldiğinde prensipleri hiçe sayarak ekonomik çıkarlar nedeniyle standartını değiştirmesinin yeni birşey olmadığı görülür. Bu nedenle, özellikle Demokrat bir yönetim geldiğinde, Raul’un geçmişi nazara alınmayarak, Küba-ABD ilişkilerinin gelişmesi beklenebilir. Bunun en yakın örneğini, bütün insan hakları aykırılığı verilerine rağmen, Mao devrinde başlatılan yaklaşmada buluyoruz. Kızıl Çin’in ne insan haklarında ne de otokratik sisteminde bir değişiklik yapmadan, kapitalist yöntemleri kullanmaya başlaması, ekonomi tutkunu çevrelerce yeter görünmektedir.

Raul’da, Fidel hayatta olmasa bile, evvelce yapılanları mübah göstermek için kominizmi muhafaza etmek zorundadır. Aksi halde bütün çekilen sıkıntılar yanlış olmuş olur ve yeni bir ihtilalle karşılaşabilir. Raul’un da bu hususlarda Çin’i örnek olarak alacağı ve koministliği koruyarak serbest ekonomiye doğru kayacağı büyük bir olasılık olarak belirmektedir.

 

Türkiyeden Castro’ya gönderilen “…….. yarım asırlık bir dönem boyunca Küba halkına ve uluslararası siyaset yelpazesine getirdiğiniz seçkin katkıları……”. sözleri, ne yazık ki gerçekleri yansıtmıyor. Castro’nun Stalinden aşağı kalmayan uygulamalarda bulunmuş olduğu unutuluyor.

 

Thomas Jefferson; Hükümetler halktan korkarsa, bu hürriyettir. Halk hükümetten korkarsa, bu istibdattır, demişti. Küba’da halk hâlâ korku içinde yaşamaktadır. Kübadaki rejimi sosyalist reform ve sosyal eşitlik devrimi olarak değerlendirenlerin daha derinlere bakması gerekiyor. Uluslararası ortamda yanlış kişilerle saf tutumak yalınız tutanı değil, onun mensubu olduğu toplumu da küçültür. Hele bu tür öğmeler hiçbir neden yokken yapılırsa!

 

Büyük lider arayışında Napolyon ve benzeri diktatörleri yükseltmek yerine, Atatürk gibi, sosyal birlik, adalet ve sulh’u gaye edinerek başarıya erişmişleri değerlindirmek doğru olur.

 

Küba’da Atatürk’ün yaptığı gibi bir devrim yapmak Castro’nun erişebileceği bir seçenekti. Kübada şartlar buna Türkiye’dekinden çok daha elverişliydi. Bilgi, para ve eğitim 1920 Türkiyesinden çok daha ilerideydi. Castro istibdat ve diktatörlüğü seçti.

 

Bunları unutmamak ve diktatörleri yükselterek, Sosyalizmi, Sosyal düzeni ve Demokrasiyi lekelememek gerekiyor. Tabii gizli gaye lekelemekse, diyecek yok.

 

Dip notlar, özetler:

  • Humberto Fontra ‘Fidel-Hollywood’s favorite tyrant’ın yazarından profil, Temmuz 2005
  • Manuel Roig-Franza, Washington post, 24 Şubat 08

About The Author

0 Comments